içinde

HavalıHavalı

Pandemonium I-II-III

Gökyüzündeki her şey, benim bilmediğim bir sırrı biliyor gibiydi. Bu yüzden her parladıklarında ve atmosfere girip parçalandıklarında o kadim sırrı emmek istercesine gökyüzünü izliyordum. Sonra supernova görme sevdasına tutuldum. “O muhteşem ana şahit olayım, sonra ölsem de olur.” diyordum. Çok sonradan öğrendim ki, supernova yıldız ölümüymüş. Ve ben çağımdaki çoğu insanın aksine birinin, bir şeyin ölüm anını izlemekten zevk almam, alamam.

Çocukken izlemeyi en çok sevdiğim, içimi ümitle dolduran annemin “hadi her kayan yıldızla birlikte dilek tut” dediği meteor yağmuru bu kez sonumu, sonumuzu getiren bir felaket olacaktı. Her şeyde öyle değil miydi zaten… Yarının güneşli günlerine inanmanı sağlayan her şey ve herkes, bir gün sonunu yazan el olmuyor muydu?

Kıyametten 5 gün önce… Dünya kan kırmızı… Kızıl gökyüzü ve su. Bitki bulamadığı için etobura dönüşen hayvanlar… Katliamlar, cinnetler, kıtlık… İnsanlar iki gruba ayrıldılar. Birinci grup stokluyor, hayatta kalmanın yollarını arıyor, sığınaklarını genişletip sağlamlaştırıyor; diğer grup ise bu çırpınışların boşuna olduğuna, nasıl olsa gebereceklerine inandıkları için son günlerinin tadını çıkarmaya bakıyordu.

İbadethaneler dolup taşıyordu. Umarsızca işledikleri günahların kefaretini ödemeye çalışanlar; cami, kilise ve sinagoglarda yatıp kalkıyorlardı. Her dinde ibadet edip işini garantiye almaya çalışanlar da vardı, dünyanın sonuna beş kala inancını kaybeden de… Din alimleri(!) vardı televizyonlarda bangır bangır. Hepsi ben demiştim edalarıyla kıyamet alametlerinin bir bir gerçekleştiğini, kaçınılmaz sona karşı bizi uyardıklarını ama umursamadığımızı söyleyip duruyorlardı. Tüm meslek erbapları, devlet başkanları da dahil olmak üzere, dünyanın sonunu bekliyorlardı ama misyonerler kıyamete beş kala bile çalışıyordu. Hepsi hak dinin kendilerininki olduğunu savunuyor, dinlerine davet ediyorlardı son defa. Ne de olsa din tüccarlığı dünya tarihindeki en eski meslekti.

Kıyametin tam tarihini son bir ay kala fark etmiştik ve ilk iki gün bütün dünyanın kulaklarında siren sesleri çınlamıştı. Sonra kıyamete karşı önlem alınamayacağını anladıkları zaman kesilmişti sesler. Tüm ülke bayrakları yarıya indirilmişti. Ben ise kumsala uzanmış sigaramı içerken dünyanın ne kadar cömert, sabırlı ve hoşgörülü bir gezegen olduğunu düşünüp, ona yaşattığımız her kötü an, her acı, her facia için, gördüğü tüm savaşlar için bütün insanlık adına ondan özür diliyordum.

Sel olsa yükseklere sığınır, heyelan olsa yükseklerden kaçardık. Ama bu kıyametti ve insanoğlu kıyametten nasıl kaçılabilir bilmiyordu.

En eski atalarımızın içgüdüleri ile hareket edip mağaraların felaket geldiği anda en korunaklı bölgeler olduğuna karar vermiş, akın akın mağaralara yerleşmiştik. Mağara sayısı insan popülasyonunu karşılayamayınca mecburen tanımadığımız insanlarla 50-100 kişilik koloniler halinde mağaraları mesken tutmuştuk. Bu da iç çatışmalara, hırsızlıklara ve koloni liderliği için yapılan kanlı düellolara sebep olmuştu. Siyaset hâlâ konuşuluyordu mağaralarda ateşin etrafında. Sürekli söylenti çıkarıyorlardı: “Parası olan Mars’a kaçtı. Bizim gibi garibana da mağaralarda kıyameti beklemem kaldı.”

Dünyanın sonunu hep volkanların getireceğini varsaymıştım. Dünya üzerindeki bütün aktif ve sönmüş volkanların aynı anda patladığı rüyalar görürdüm; herkesin kaçıştığı, benimse lavları hayran hayran izlediğim. Aslında mutsuz bir çocuk değildim. Sadece mutlu değildim. Annemden, “yalan söylemek kötü diyorsun, kendin söylüyorsun” dediğim için yediğim dayaklardan sonra kefaretimi ödediğim karanlık odalar… Evet, bu dünyada yanlış giden bir şeyler vardı ve bu düzen beni daha küçük yaşlarda hasta etmişti.

Bu bir bilim kurgu filmi değildi, kaslı yakışıklı bir kahraman gelip kırmızı butona basıp meteorun yörüngesini değiştirip tüm insanlığı kurtarıp alkışları toplamayacak, fıstık gibi bir kadını öperken ekranda ‘the end‘ yazmayacaktı. Her inançtan ve ülkeden bilim insanlarının tarihte ilk defa ortak bir kanısı vardı: 5 gün sonra saat 14.03’te kıyamet kopacaktı. Ülke hükümetleri kriz masası mantığında kıyamet masası oluşturmuşlardı ama kimse toplantıya gitmemiş, ailelerine sarılıp sessizce beklemeyi tercih etmişti. Belki de kıyamet devrimcileri doğru söylüyorlardı: Parası olanlar Mars’a kaçmışlardı.

II

“Ben size söylemiştim! Doğayı çok kızdırdık er ya da geç intikamını alacağı belliydi.” dedi ve sigarasından derin bir nefes aldı. Ömer iklim aktivistiydi, koloniler dışladığı için bir çadırda yaşıyordu. İnsanlar son günlerinde Ömer’in ağzından çıkan cümleleri duymak istemiyorlardı. Kıyametin tarihi belli olmasaydı Ömer ve onun gibi duyarlı azınlığa kulaklarını tıkayıp pekala yoluna devam edebilirdi çoğunluk. Artık duymamazlıktan gelmek için bile çok geçti.

Gece uyku tutmadı ya da son günlerimi uyuyarak geçirmek istemiyordum, bilmiyorum. Dışarı çıktım, Ömer’in feneri yanıyordu hala. Yanına gittim, rüşvet olarak bir sigara verdim ve kendimi muhabbetin akışına bıraktım. “Her anne gibi anaçtır doğa. Çok kızdırdık onu, yavrularına çok eziyet ettik abi. Hayvanlara tecavüz ettik, öldürdük; ağaçları yaktık, kestik, harap ettik. Bir gün patlayacağını hep hissetmiştim.”

“Haklısın, sapına kadar haklısın. Ama insan olmakta çok geç kalmadık mı sence de?” dedim. “Belki hepimiz ölmeyiz kıyamette. Hayatta kalanlar sonraki nesile anlatır abi. Belki ikinci şansımızı kötüye kullanmayız. İnan ki bu yüzden çabalıyorum.”

“Ömer,” dedim “farz edelim kıyamet kopmadı. Bu insanlar, bu yozlaşmış, bencilleşmiş, vicdanı çürümüş insanlar doğaya saygı duyar mı, dünyadan af diler mi, gökyüzünü dumana boğan çıkarlarından vazgeçip de o zehirli bacaları kapatır mı sanıyorsun?”

“Milyonda bir ihtimal bile olsa denemeye değer. Ben her şeye rağmen senin kadar karamsar bakmıyorum mevzuya abi.” dedi gözünün ucuyla kurbağa avlamaya çalışan ördeğe bakarken.

Sonra göz göze geldik, deli gibi gülmeye başladık. Gözlerimizden yaş gelene kadar güldük. Vedalaşırken bir sigara daha bıraktım Ömer’e. “Umalım da sen haklı çık Ömer!” dedim omzuna hafifçe vurarak.

İki kişi bir elma için kavga ediyor, bebeğin ağlamasından rahatsız olanlar anneye küfrediyor, gökyüzü koca bir sanayi tesisi gibi kokuyordu. Büyük güne dört gün kalmıştı.

 III

Fazıl Abi’nin keman sesiyle çocukluğumun paslı sayfaları gıcırdayarak açıldı. 8 yaşındayım, annem ekmek almaya göndermiş; “Ucunu tırtıklama, misafir gelecek.” diye de tembihlemiş. Marketten çıktım, bana 3 numara büyük gelen -kim bilir kimin eskisi- terlikleri yere vurarak, ekmeği tırtıklayarak yürüyordum. Karşı kaldırımda onu gördüm. Üzerinde kimsenin eskisi olmayan çiçekli bir elbise, elbisesiyle uyumlu temiz parlak ayakkabılar… O an tıpkı filmlerdeki gibi her şey durdu, ekmek tıktığım ağzım açık bir şekilde ona bakakaldım. Overlokçu arabasından Fazıl Abi’nin çaldığıyla aynı melodi yankılanıyordu. İlanı aşk etmek için ortam uygundu: müzik, ambiyans, yoğun duygular, pastel renkler. Tek bir şey hariç: öz güven. Kendi kendini sindiren, en büyük düşmanı yine kendi olan bir çocuktum. Bir terliklerime bir ayakkabılarına baktım, “sana bakmaz” diye kendi kendime mırıldandım. Sonra aramıza overlokçu arabası girdi, o köşeyi döndü, ben de ekmek tıkınmaya devam ettim. Travmama fon müzik yaptığın için teşekkürler Fazıl Abi!

Fazıl Abi, her sanatçı kadar ilginç bir adamdı. Titanik batarken çalmaya devam eden kemancılarla aynı motivasyona sahipti: Her şey boka sardı, bari müziğin tadını çıkaralım. Keman çalmaya başlamadan önce önüne iki kutu koyardı. Önceleri kutuları para atmamız için koyduğunu sanmıştık. Oysa müziği beğenenlerin bir kutuyu yaprakla, beğenmeyenlerin diğer kutuyu taşlarla doldurması gerekiyormuş. Dedim ya, her sanatçı kadar ilginç bir adam. Sigaramı söndürdüm, iki elimle toprağı avuçladım, ellerimin alabileceği kadar yaprağı Fazıl Abi’nin önündeki kutuya doldurdum. Gözleri ışıl ışıl oldu, yaprak yerine para doldursaydım bu kadar mutlu edemezdim onu. Önceden materyalist bir adam mıydı bilmiyorum ama kendini bulunduğu durumdan paranın bile kurtaramayacağının farkındaydı.

Kadınlar nehirde çamaşır yıkıyor, çocuklar taşlardan kule yapıp sopa fırlatarak kuleyi devirmeye çalışıyor, gençler civardaki harap bahçelerde yiyecek bir şeyler bulma umuduyla dolanıyor, erkekler sigara içip hükûmete küfrediyordu. Teknoloji çağında taş devrini yaşıyorduk. Üstelik sadece ideolojik olarak değil, fiziki olarak da medeniyet öncesindeydik. Kıyamete son 3 gün kalmıştı.

Editör: Fatih Düz – 18.06.2022

Bu içerik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorum yapabilir, oy kullanabilir ya da tepki seçebilirsiniz. Gönderinizi oluşturun!

Rapor Et

Katılımcı

Medine Tek tarafından yazıldı

Makale YazarıÜyelik Yılı

Ne düşünüyorsun?

Yorumlar

Bir yanıt yazın

    Babalar Günü nasıl ortaya çıktı?

    Başkadır Baba Olmak…