“Baba, atlı karıncaya binelim mi?” Geçen ay da aynı soruyu sormuştum halbuki. Babam izin verecek miydi? Babamın ufak bir evet demesi için gözlerinin içine bakıyordum.
“Hayır kızım, biliyorsun ki bu parayla gevrek alacağız.” Vermedi, haklıydı.
“Peki baba.” Yüzüm asılmıştı. Işıklı atlı karınca bana sesleniyor gibiydi oysa. Ellerimi babamın kocaman elinden daha sıkı tutarak artık binemeyeceğimi kabullendiğim atlı karıncanın önünden geçiyorduk.
Yürürken gökyüzüne bakarak sordu:
“Üzüldün mü bakayım Sultanım?”
“Hayır babacığım, bugünün gevrek günü olduğunu biliyorum.” Elimdeki üç kuruş, sadece iki gevreğe yetebilecek parayı cebime attım. Babam dalgın ve hızlı yürüyordu. Küçük adımlarımla ona yetişmek için sekerek yürüyordum. Babam gözlerini çevirseydi bana o gün yoksulluk damlayacaktı koca kara şehrin asfaltına. Gevrek kuyruğu uzayıp gidiyordu. Çıkmaz mahalleden herkes buradaydı. Geç kalmıştık, belki de bize simit kalmayacaktı. Dakikalarca bekledik ve bir adam gelip bize kuru gevreklerin çöpün aradaki kolide olduğunu söyledi. Önce nedenini anlamadık. Adam tekrar etti ve taze gevreklerin sadece orta mahalledekiler için olduğunu söylemişti. Hâlâ ben anlamamıştım, paramız vardı neden alamıyorduk?
Babama dönüp emin olmak istercesine:
“Baba, taze gevreğe yetecek paramız var ama değil mi?”
Yumuk elimi cebimden çıkarıp saydım:
“Bir, iki, üç, dört tane kuruş. Alabiliyoruz değil mi baba?”
Babam elimi bıraktı. Kazağının koluyla gözlerini sildi. Fırıncıya yaklaşıp:
“Beyim acıyın bir aydır kuru ekmek yiyor bu öksüz. Bir tane gevreği çok görmeyin.” Babamı geriye doğru itti.
Fırıncı: “Laftan anlamaz mısın be adam yok dedik işte!”dedi.
Yalpalayan babamın koluna burnumu çekerek sarıldım. O geri döndüğümüz yolda kuyruktaki insanlar arkamızdan konuşuyordu:
“Ayıp sabiiye acımadılar”
“Yazık mantosu küçük gelmiş”
“Ben bu adamı tanıyorum, taş ocağında çalışıyor, bir de yabancıymış galiba”
“Keşke bir gevrek verselerdi”
Ama hepsi bizi bir kaç dakika içinde görmezden geldi. İnsanların çözüm yolunda konuşacağını ama asla çözümü uygulayan olmayacağını o yaşımda öğrenmiştim. İnsanların yeri geldiğinde hoşgörülü yeri geldiğinde gaddarlaşacağını da o yaşta öğrenmiştim.
Kuru gevreklerin kolisinin yanına gittiğimizde boştu. Bir kedi patileri arasına aldığını kemiriyordu. Babam tuttuğu elimi sıkılaştırıyor yine gökyüzüne bakıyordu. Yoksulluk denilen illetin babama bu derece ağır geldiğini anlamıştım artık. Babamın bir kere gülümsemesi uzak diyarlarda bir kuşun iyileşmesi demekti.
“Baba simit o kadar kuru ki kedicik bile yiyemiyor, ya yerken dişim kırılsaydı boş ver iyi ki yemedik.”
Babam bir an gülümseyince kuşun kanat çırptığını gördüm.
Beni kucağına alıp saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.
“Sen öğretmen olacaksın ya, ben o zaman yaşlanacağım. Güzel taze gevreklerimiz olacak. Hem bu manto da küçük daha parıltılılarını alacaksın.” dedi.
“Baba, atlı karıncaya da biner miyiz?” dedim.
Babam güldü, babamın gülmesiyle içimizdeki yoksulluk bir nebze öldü.
“Sen hele bir öğretmen ol, binersin Sultanım, binersin.” Gülümsedim, hoşuma gitmişti babamın bu güzel hayali, evet ben büyüyünce öğretmen olacaktım. Sonra bu hikayeyi yazacak, babamın toprağını öpecektim. Ben kaba elli ama ipince ruhlu babamı hiç unutmayacaktım. Beni annemden sonra büyüten adama minnet duyacaktım. Tüm öksüzlüğümle seven adamı daima kuşların kanadında yaşatacaktım.
Editör: Fatih Düz – 12.06.2022
Bu içerik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorum yapabilir, oy kullanabilir ya da tepki seçebilirsiniz. Gönderinizi oluşturun!
çok hoş bir hikaye, güzümde atlı karınca canlandı..
Farklı sevimli bir hikaye..
Kaleminize sağlık. 👋