Bundan çok uzun yıllar önceydi. İlkokul sıralarıyla tanıştığım altı yaşın sendromunu çocukluğumun potasında eritip yaramazlıkta zirveyi gördüğüm yıllardı. Bizim zamanımızın çocukluğu teknolojinin gerisinde, zamane çocuklarının aksine yakan top, saklambaç, erkek çocuklarıyla oynadığımız futbol, basketbol, dansa davet… Adını sayamayacağım daha nice sınırsız çocuk eğlencesi ile sosyalleşerek büyüdüğümüz, şimdiki zamanın aksine Youtube’suz, Tiktok’suz ve sosyal medyanın kirliliğinden uzakta çocukça büyüdüğümüz yegane senelerdi.
Sevmeyi sevilmeyi ve birbirimize saygı duymayı öğrendik. Oyun çocuğuyduk, ağaç çocuğu ve doğa çocuğuyduk. Tırmanmadığımız, dalından meyve koparmadığımız ağaç olmazdı. Her zaman iyi sebeplerle de tırmanmazdık ağaçlara. Bazen de yaramazlığımıza onu da alet etmek için tırmanırdık. Küçüktük ve çocuktuk, aklımız çocuk şeytanlığına çalışıyordu sadece.
Ankara’nın o zamanlar göbeğinde oturuyorduk. Kızılay Namık Kemal Mahallesi’nde Tarım Bakanlığının lojmanındaydık. Ankara’nın en güzide semtiydi o zamanlar. Yol boyu ağaçların sıralandığı çıkmaz sokaktı. Sokağın sonunda Ankara Polis Okuluna ve Bakanlıklar’a çıkan uzun bir merdiveni vardı.
Babam Tarım Bakanlığında müdürdü o dönem. Babamın bürokrasi yolunda çıktığı ilk basamaktı Tarım Bakanlığı. Ben bildim bileli yoğun bir iş hayatı oldu babamın. Yurt içi ve yurt dışı görevleri ile babasız büyümeye mecbur bırakıldığım dönemlerdi. Yanlış anlaşılmasın ben ve erkek kardeşim sevgi ve saygı dolu bir ailede büyüdük. Kavga gürültü hiç bilmedik. Az önce de dediğim gibi babam, Demir Yolları Genel Müdürlüğü yardımcılığından emekli olana kadarki geçen sürede başarı basamaklarını tırmandığı ilk basamaktı Tarım Bakanlığındaki müdürlük görevi. Böylece kardeşimle benim babamızdan uzakta büyüdüğümüz, kavuşup sık sık ayrı düştüğümüz özlem dolu yıllardı.
Ben daha okulla yeni tanışmış, okul hayatımın başlaması ile de bilmediğim yeni bir hayata da adım atmıştım. Ben daha okul sıralarına, öğretmene ve okumaya alışmaya çalışırken babama yurt dışı görevi çıkmıştı. Öyle üç günlük, bir haftalık bir ayrılma sürecinden bahsetmiyorum. Altı yaşında bir kız çocuğu ve üç buçuk yaşında erkek çocuğu için çok uzun bir süreyi kapsıyordu babamın görevi. Tam yedi buçuk ay İngiltere’ye görevli gönderilmişti. Biz daha çocuk gelişimindeki kritik dönemimizi tamamlayamadan babamızdan ayrı düşmüştük. Ama bu sürecin asıl zorluğunu göğüsleyen birisi benim gibi yaramaz iki çocukla baş etmeye çalışan annem olmuştu.
Annem kardeşimle beni evde bırakıp işe giderdi. Hatice teyzemiz vardı ona emanet ederdi bizi. İki de torunu vardı Hatice teyzemin; isimleri Atacan ve Tevfik’ti. Elebaşlarını ben ve arkadaşım Itır’ın çektiği bir de afacanlar çetesi kurmuş, tüm Saraçoğlu’na illallah ettirmiştik.
Babam İngiltere’deydi, annem de işte. Ev istediğimiz gibi yaramazlık yapmamız için uygun durumdaydı. Annem yaramazlığımızdan o kadar bıkmıştı ki kapıyı üzerimize kilitleyip kapının anahtarını da Hatice teyzeye bırakıp işe öyle giderdi. Yaramazlık yapmayacağımdan ve kardeşimi de yaramazlığıma alet etmeyeceğimden emindi. Ama bilmediği bir şey vardı. Suçüstü yakalanana kadar da hiç bilmeyeceği bir şey yapmıştım.
Evin yedek anahtarını bulmuştum. O zamanlar cep telefonu olmadığından annem işe gittikten sonra ben merdivenlerin demirlerinin üzerindeki ahşap tutunma yerlerine oturup üçüncü kattan sokağın ışıklarını görene kadar kayarak inerdim aşağıya.Gider, çetenin üyelerine annemin gittiğini haber verip onlara görevlerini de verdikten sonra evde yalnız bıraktığım kardeşimin yanına döner ve arkadaşlarımı beklemeye başlardım.. Elebaşıyım ya havamdan geçilmiyordu. Orada oturduğumuz üç sene boyunca aşağı inerken ben hiç merdiven kullanmamıştım. Merdivenlerin demirlerini kaydırak olarak kullanıyordum. Bu davranış bizim dönemin çocuklarının en büyük eğlencelerindendi.
Annem de Kızılay Bakanlıklar’daki Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığında uzman memur olarak çalışıyordu. Annem evin kirlenmeyeceğinden emin bir şekilde evinden içi rahat olarak, emin adımlarla işine giderken ben yaramazlık yapmak üzere yaramazlık çetesini eve toplamıştım. Apartmanın önünde yer elması ağacı ve palamut ağacı vardı. Palamut ağacına tırmanıp ne kadar palamut varsa menzilimize götürmek üzere poşetlere doldururduk. Poşetlere doldurduğumuz çocukluk silahlarımızı elimize alıp basamakları üçer beşer çıkıp balkonda toplanıyorduk. Orası bizim cephanelerimizi topladığımız ve biraz sonra hedef alacağımız kişilere nişan aldığımız siperimizdi. Oyuna başlamadan önce gruplara ayrılıyorduk. Grubun en fazla isabet ettireni oyunun kazananı oluyordu.
Herkes eline palamutları doldurup sokaktan geçenlerin kafasına atmak üzere yerlerine konuşlanıyordu. Sonra üçten geriye saymaya başlıyorduk 3, 2, 1 ve hedef, nişan al deyip aşağıdan geçenlerin kafasına palamutla nişan alıyorduk. Hedefi ıskaladığımız da oluyordu tabii. Iskalayanlara ceza verip palamut toplayıp getirmesi için onu aşağıya gönderiyorduk. Ama çoğunlukla isabet ettiriyorduk. Giriş katında Gül teyzemiz ve oğlu Kemal abi vardı. Tabi o bizim yaramazlıkları görüp önce bizi gülerek izler sonra ” Beni yukarıya getirmeyin.” diyerek bizi uyarırdı. Kafasına palamut düşen kişi etrafına bakınır biz de bizi görmesin diye yere çömelirdik. Onlar, yukarıdan kafalarına sertçe düşen nesnenin ne olduğunu anlayana kadar biz balkondan içeri girip saklanarak ortadan kaybolurduk. Annemin işten gelme saatine doğru evi eski haline getirip arkadaşları da evlerine yollardım. Anahtarı da aldığım yere geri koyarak az önce o yaramazlıkları yapan ben değilmişim gibi uslu uslu (!) annemi beklemeye başlardım.
Yaramazlıklarımız bununla da sınırlı değildi tabii. Her zaman doğamıza da uyum sağlamıyorduk . Annem işten döndükten sonra içimdeki yaramaz küçük şeytan köşesine çekilir ben de annesinin küçük prensesi olurdum. Annem bir süre düzeninin bu şekilde işlediğini, Gül teyze anneme bizi şikayet edene kadar da bilememişti. Annem benim yedek anahtarı bulduğumu duyunca bu sefer de çareyi bizi kapı dışına kilitlemekte buldu. Kapıya poşet içinde yiyeceğimiz ekmek, salatalık, domates, peynir ve zeytini asar ve bizi yine Hatice teyzeye emanet ederek işe giderdi Binanın arkasında geniş bir orman vardı. Biz annemin bize bıraktığı nevalelerle, Itır’la birlikte ormanda piknik yapardık. Itır da eve gider eksik ne varsa onu getirirdi. Pikniğin üzerine de ağaçtan küçük yeşil sert armutlardan toplar ve yerdik.
Akşam olup da hava soğuyunca evlerimize girer, lambayı söndürdükten sonra yorgun bedenlerimizi uykuya teslim ederdik.
Annem beni uyuyor sanırken aslında ben her gece yatağıma yatınca babamın gömleğine sarılıp ağlardım. Kırmızı ve üzeri siyah çizgili, cepli bir gömleği vardı babamın. Babamın kokusu sindiği için anneme hiç yıkattırmamıştım onu. Her gece o gömleğe sarılıp babamı koklayarak uyurdum.
Burada dört yıl civarı yaşadık, hatırlayamadığım daha nice yaramazlıklarımıza sahne olan Saraçoğlu’na babamın İngiltere görevi dönüşü TCDD’ye Basın Müşaviri olarak geçmesiyle ayrıldık ve uzunca yıllar da demiryollarının, lunaparkın karşısındaki lojmanda yaşadık.
Sizinle bir memur çocuğu olarak çocukluğumun nasıl geçtiğini anlattım. Beni aynı şekilde o dönem memur çocuğu olanların çok iyi anlayacağını düşünüyorum ve yorumlarda sizlerin de nasıl bir çocukluk yaşadığınızı öğrenmek istiyorum. Yoksa çocukken tek yaramazlık yapan ben miydim? 🙂
Editör: Sümeyye Özmen – 18.08.2022
Bu içerik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorum yapabilir, oy kullanabilir ya da tepki seçebilirsiniz. Gönderinizi oluşturun!
Sokak kültürü maalesef günümüzde yavaş yavaş rafa kalkmaya başladı. Oysa sokakta vakit geçirmenin tadı bir başkaydı. 😔🥺
çok büyük sayılmam sadece 23 yaşındayım ama liseye kadar ben de hep sokakta oynardım o günler geldi benim de aklıma. elinize sağlık.
Emeğinize sağlık
Ah Ankara doğduğum büyüdüğüm ve muhtemelen toprağına gömecekelri şehir… Her halin başka güzel..
Ne de güzel yazılmış eskilere gittim elinize sağlık
Resimleri çok güzel ☺️
Ankara ❣️
Ah o çocukluk keşke geri gelse 🙂 Biz de çok severdik yukarıdan birilerine bir şeyler atmayı ama şimdi o kurban olarak seçtiğim insanların ruhundan af diliyorum 🙂
Muhteşem hikaye okudum hocam Emeğinize sağlık olsun inşallah keyifle okudum 🙏🌹👏👏👏👏👏