içinde ,

MuhteşemMuhteşem HavalıHavalı ÜzgünÜzgün İnanılmazİnanılmaz

Fanusa Sıkışmış Hayat; Sylvia Plath

“Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.”

Erken Yaşlar

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932’de Boston, Massachusetts’te doğdu. Otto ve Aurelia Plath’ın ilk çocuğuydu. Babası Otto, Almanya doğumlu bir böcekbilimci ( Bombus Arıları hakkında bir kitabın yazarı) aynı zamanda da Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörüydü. Annesi Aurelia ise, büyükanne ve büyükbabası Avusturya’dan göç etmiş olan ikinci nesil bir Amerikalıydı. Üç yıl sonra, Sylvia’nın erkek kardeşi Warren doğunca, aile 1936’da Winthrop, Massachusetts’e taşındı.

Sylvia orada yaşarken ilk şiirini sekiz yaşında Boston Herald’ın çocuk bölümünde yayınladı. Çeşitli yerel dergi ve gazetelerde yazmaya ve yayınlamaya devam etti ve sanat eserleri için ödüller kazandı. O sekiz yaşındayken babası, uzun süredir tedavi edilmeyen şeker hastalığına bağlı ayak amputasyonu sonrası komplikasyonlardan öldü.

Aurelia Plath daha sonra ebeveynleri de dahil olmak üzere tüm ailesini, Sylvia’nın liseye gittiği yakındaki Wellesley’e taşıdı. Lise mezuniyetiyle aynı zamanlarda, ulusal olarak yayınlanan ilk eseri Christian Science Monitor’de (haftalık haber dergisi) yer aldı.

Eğitim ve Evlilik

Liseden mezun olduktan sonra Sylvia, 1950’de Smith College’da eğitimine başladı. Mükemmel bir öğrenciydi ve kolejin yayın organı The Smith Review’da editörlük pozisyonuna kadar gelmeyi başarmıştı.

Bu sıralarda kazandığı bir yarışmanın sonucu olarak New York’ta Mademoiselle dergisine çağırılan bir kaç yazardan biri oldu. Ve 1953 yazı boyunca bu görevi üstlendi. Bu görev onun kariyerinde ve hayatında bir dönüm noktası oluşturdu. “Sırça Fanus” isimli romanı New York’ta geçirdiği bu dönemin üstü kapalı bir şekilde hikâyeleştirilmesinden oluşmaktadır.

Sylvia, yaşadığı bu deneyimi “acılı, partili ve işle dolu” olarak nitelendirmiştir. Kitabında detaylı olarak yazdığı bir cinsel istismar olayı bulunuyor. Maalesef o yaz kaleme aldığı günlükler de bu olayı destekler niteliktedir.

Evine Boston’a döndükten sonra Sylvia’ya klinik depresyon teşhisi kondu. Bu depresyonla başa çıkabilmek için elektrokonvülsif (elektroşok) tedavi görüyordu. Ağustos 1953’te ilk belgelenmiş intihar girişimini yaptı. Hayatta kaldı ve sonraki altı ayı yoğun psikiyatrik bakım alarak bir akıl hastanesinde geçirdi.

Bütün bunlara rağmen iyileşti, okuluna geri döndü ve Smith’ten onur derecesiyle mezun oldu. Bu sayede Cambridge Üniversitesi’nden burs kazandı. Burada okuduğu Şubat 1956 sıralarında çalışmalarına hayran olduğu bir şair olan Ted Hughes ile tanıştı.

Sık sık birbirlerine şiirler yazdıkları bir flört döneminden sonra, Haziran 1956’da Londra’da evlendiler. Bu sıralarda Sylvia 23, Ted Hughes ise 25 yaşındaydı. Balayını Fransa ve İspanya’da geçirdiler, ardından sonbaharda Plath’ın ikinci öğrenim yılı için Cambridge’e döndüler. her ikisi de astroloji ve ilgili doğaüstü kavramlarla yoğun bir şekilde ilgilenmeye başladı.

Sylvia, kardeşine yazdığı bir mektupta hissettiklerini şu şekilde ifade etmişti:

“Daha önce hiç olmadığı kadar güzel şiir yazıyorum ve çok iyi bir durumdayım çünkü dünya üzerinde kendime denk olabilecek bir adam bulduğum için kendimi güçlü hissediyorum.”

Aşk, İhanet ve Mutsuzluk

1959 yılının sonunda, Plath ve Hughes tanıştıkları İngiltere’ye döndüler ve Londra’ya yerleştiler. Sylvia o sırada hamileydi ve kızları Frieda Hughes, Nisan 1960’ta doğdu.

Ekim ayında ilk şiir koleksiyonu The Colossus and Other Poems ABD’de yayınlandı. Bu Sylvia’nın yaşamı boyunca yayınlanan tek koleksiyonu olacaktı. Ancak büyük ölçüde ölümünden sonra övgüler aldı. Gerçekten de, Sylvia’nın yarı otobiyografik romanı Çan Kavanozu , ölümünden bir ay önce (‘Victoria Lucas takma adı altında) yayınlandığında, o da büyük ölçüde eleştirel bir kayıtsızlıkla karşılandı.

1961’de tekrar hamile kaldı ama düşük yaptı, o yıkıcı deneyim hakkında birkaç şiiri de vardır. İki yıl sonra 1962’de de Frieda’nın küçük erkek kardeşi ve çiftin ikinci çocukları Nicholas Hughes doğdu.

İlk çocuklarının doğumunun ardından aslında Sylvia ve Ted’in arası bozulmaya başlamıştı bile. Bunun sebebi Ted’in sürekli Sylvia’yı ihmal etmesi ve aldatmasıydı.

Hayatının aşkıyla evlendiğini zannederken bir anda kendisini evde çocuklarına bakan, dışarıda gezen kocasını bekleyen bir kadın olarak buldu. Şiirlerinde, içinde kocasının da bulunduğu evini, canlı canlı gömüldüğü bir mezara benzetmiştir.

Temmuz 1962’de, arabasını nehre sürerek intihara teşebbüs ettikten kısa bir süre sonra, Sylvia, kocası ve Assia Wevill’in bir ilişkisi olduğunu keşfetti. Şair olan Assia ve David Wevill çifti, 1961’de Plath ve Hughes çiftine komşu olmuştu. Ve Ted ile Assia arasında çok geçmeden bir ilişki başlamıştı. Bunu öğrenen Sylvia, Ted ile yollarını ayırdı.

Bu yaşananlardan sonra iki küçük çocuk tek başına kontrolüne bırakılmış olmasına rağmen, Sylvia, bol miktarda ilham veren son olaylarla birlikte bir yaratıcılık patlaması yaşadı. Ancak kısa bir süre sonra, her on senede bir denediği intihar girişimleri bu kez son bulacaktı.

Sylvia, hayatı boyunca depresyon ve intihar düşünceleriyle mücadele etti. Hayatının son aylarında, ciddi bir uykusuzluğa da neden olan uzun süreli bir depresif dönemin sancıları içindeydi. Aylar boyunca, yaklaşık 20 kilo verdi ve doktoruna şiddetli depresyon belirtileri anlattı; doktor kendisine Şubat 1963’te bir antidepresan yazdı ve hastaneye yatıramadığı için yatılı bir hemşire ayarladı. O sabah onu bulan kişi de bu hemşire oldu.

Sylvia Plath 11 Şubat 1963 gününe her zamanki günlerden biriymiş gibi başlar. Tek farkı bir kez daha intihar etmeye karar vermiş olmasıdır.

Sylvia, o gün önce ikinci kattaki çocuklarına kurabiye ve süt hazırlayıp odalarına götürdü. Sonrasında odanın kapısını sıkıca kapatarak dikkatlice kapının aralıklarını da bantladı. Sonra aşağı indi ve fırının gazını açtı, başını fırından içeri soktu ve karbon monoksit soluyarak o gün o dairenin mutfağında ölü bulundu.

Hayatını kaybettiğinde 30 yaşındaydı.

Sylvia ölümü sırasında Ted ile beş aydır ayrı yaşıyordu ama hala evliydi, bu yüzden Plath’ın bütün mülkleri ve yayınlanmamış eserleri eşi Ted Hughes’e miras kaldı. Ted, Sylvia’nın şiirlerini Ariel isimli bir kitapta topladı ama bazı şiirleri çıkarıp yerine yenilerini ekleyerek. Bu şiirlerden en ünlüleri de Lazar Hanım (Lady Lazarus) ve Babacığım (Daddy) oldu. Ayrıca Hughes, Sylvia’nın günlüklerini de yayımlattı, ama aynı zamanda günlüğün son cildini yok ettiğini de itiraf etti. Ted Hughes’un bu yaptıklarının Sylvia’nın giderek daha çok depresyona girdiğini kanıtlamak için olduğunu söyleyen kişiler de vardır.

On yıl sonra, 1981’de, Hughes, Sylvia’nın 1956’daki ilk çabalarından 1963’teki ölümüne kadar uzanan bir dizi şiiri içeren The Collected Poems adlı kitabı yayımlattı. Plath, bu kitapla ölümünden sonra Pulitzer Şiir Ödülü’ne layık görüldü.

Edebi tema ve stiller

Sylvia, yazılarını büyük ölçüde yoğun içsel duyguları ortaya çıkaran, oldukça kişisel bir tür olan “günah çıkarma şiiri” tarzında yazdı. (Günah çıkarma şiiri veya “Confessionalism” , 1950’lerin sonlarında ve 1960’ların başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkan bir şiir tarzıdır.)

Bu tür genellikle aşırı duygu deneyimlerine, cinsellik, akıl hastalığı, travma, ölüm veya intihar gibi tabu konularına odaklanır. Sylvia Plath, bu türün başlıca örneklerinden biri olarak kabul edilir. Yazılarının çoğu, özellikle akıl hastalığı ve intiharı çevreleyen oldukça karanlık temalarla ilgilidir. The Bell Jar ve Ariel gibi daha ünlü eserleri, yoğun ölüm, öfke, umutsuzluk, aşk ve kurtuluş temaları içermektedir. Kendi depresyon ve intihar girişimleriyle ilgili deneyimleri ve bunun için maruz kaldığı tedaviler, yalnızca otobiyografik değil, yazılarının çoğunu renklendirmektedir.

Plath’in kadın sesi de onun en önemli miraslarından biriydi. Şiirlerinde, o noktada neredeyse hiç duyulmamış, belirgin bir kadın öfkesi, tutkusu, hüsranı ve kederi vardı. The Bell Jar gibi bazı çalışmaları, 1950’lerde hırslı kadınların durumlarını ve toplumun onları nasıl hayal kırıklığına uğrattığını ve bastırdığını açıkça ele alıyor.

Ted Hughes, Sylvia’nın mezar taşı için şu yazıyı seçti;

Harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetiştirilebilir.”

İngiltere’de, West Yorkshire’ın tepelerinde yer alan mezar taşına defalarca zarar verildi; ilk olarak evlilik soyadı silindi, bunu yapanların Ted Hughes’İn soyadını silmek isteyen feminist aktivistler olduğu düşünülüyor.

Onu daha iyi anlamak isteyenler için, başrolde Gwyneth Paltrow’un oynadığı 2003 yapımı biyografik “Sylvia” filmi de bulunmaktadır. Ancak film yapımcılarının onun hikayesini mezardan çıkarmanın özgür ve kolay yolu, Plath’ın kızı Frieda tarafından kınanmıştır. Annem başlıklı bir şiirde Frieda şunları yazdı:

Şimdi bir film yapmak istiyorlar

Yeteneği olmayan herkes için

Bedeni hayal etmek, kafayı fırına sokmak,

Yetim çocuklar. O zamanlar

geri sarılabilir

Böylece onun ölümünü izleyebilirler

Yine en başından.

Popüler kültürde, Sylvia’nın mirası bazen akıl hastalığıyla olan kişisel mücadelelerine, nihai olarak intiharla ölümüne indirgenir. Sylvia elbette bundan çok daha fazlasıydı ve onu kişisel olarak tanıyanlar karanlık ve sefil olarak tanımlamadılar. Plath’in yaratıcı mirası sadece kendi eserlerinde değil, çocuklarında da yaşadı: her iki çocuğunun da yaratıcı kariyerleri vardı ve kızı Frieda Hughes şu anda bir sanatçı ve şiir ve çocuk kitapları yazarı.

Acı sonların benzerliği

Sylvia Plath’ın intiharından sonra, Ted Hughes’un çocuğuna hamile olan Assia Wevill bebeği aldırdı. Hughes’la birliktelikleri sürdü ve Plath ile Hughes’un çocukları Frieda ve Nicholas’a birlikte baktılar. Assia, Hughes’in hayatındaki Sylvia boşluğunu doldurmaya çalışır. Plath ile yaşadığı şiir çatışmaları, Assia ile de devam eder. Hughes’un çevresi Assia Wevill’in şiirleriyle ilgilenmez ve onu küçümserler. Wevill, Plath’den kalma eşyaları da kullanır. İlişkileri Plath’inki gibi Hughes’un başarılarının gölgesinde bir hayat sürmesine benzer bir hal alır.

Assia, tıpkı Sylvia gibi, hayatını 23 Mart 1969’da sonlandırdı. Ama o, Sylvia’dan farklı olarak, 4 yaşındaki kızı Shura’yı da yanında birlikte götürdü. Gazı açıp kızıyla birlikte intihar etti.

Ted Hughes Assia’nın intiharını “önlenebilir” olarak tanımlarken, Plath’inkinden ise “önlenemez” olarak bahseder.

Annesinin İzinden..

Sylvia Plath ve Ted Hughes’un oğlu Nicholas Hughes, annesi ve babasının sevgilisinin intihar etmesinden 40 yıl sonra 16 Mart 2009 tarihinde Alaska’daki evinde kendini öldürdü. 47 yaşındaydı.

Kız kardeşi Frieda Hughes, kendini asarak öldürdüğünü duyurdu. Arkadaşları ve ailesi, uzun süredir depresyonla mücadele ettiğini de söylemişti.

Acısını haykırdığı kaleminden çıkan sözleri

“Sessizlik bunaltıyordu beni. Sessizliğin sessizliği değildi bu. Bu, benim kendi sessizliğimdi.” 

“Başkasını öldürmek için fazla iyi biriydim. Kendimi öldürmeyi denedim..”

“Karanlığın sızdığını görüyor musunuz çatlaklarımdan? Tutamıyorum içimde hayatımı.” 

“Tıpkı bir kasırganın merkezindeki sakin bölge gibi durgun ve bomboştum, çevremdeki karmaşanın içinde yuvarlanıp gidiyordum.” 

“Katı değilim, içim boş. Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum.” 

“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum.” 

“Ölmek, her şey gibi, bir sanattır. Bu konuda yoktur üstüme.” 

“Ölüm çok güzel olmalı, yumuşak, kahverengi toprakta yatmak, birinin başının üzerinde çimlerin dalgalanması, ve sessizliği dinlemek. Dünün olmaması, ve yarının olmaması. Zamanı unutmak, hayatı affetmek, barışta olmak.”

“Belki bir gün dövülmüş, yenilmiş olarak eve geri dönerim” diye itiraf etmişti günlüğünde. “Ama kalp kırıklığımdan hikayeler, kederden güzellikler çıkarabildiğim sürece.” demişti.

Sylvia Plath asla eve dönemedi.

Editör: Fatih Düz – 15.06.2022

Bu içerik hakkında ne düşünüyorsunuz? Yorum yapabilir, oy kullanabilir ya da tepki seçebilirsiniz. Gönderinizi oluşturun!

Rapor Et

Katılımcı

Sylvia tarafından yazıldı

Üyelik YılıMakale Yazarı

Ne düşünüyorsun?

Yorumlar

Bir yanıt yazın

    Daha fazla yorum yükle

    MACHIAVELLI’nin ‘VİRTU’ ve ‘FORTUNA’ Kavramına Bakış

    Tasarımın altın kuralları